Anlam, mantık, zihin - 2

Dil, dünya, zihin... Nereden, nasıl baktığımıza göre birbiriyle ilişkilenen, birbirinin içine girip birbirini içerebilen şeyler. Derin, karmaşık bağlantılarla ve şimdiden kabul ediyorum ki, bilinmezliklerle dolu şeyler. Bu bağlantıları anlama ve anlatma yolculuğumda, bu yazıda dil ile ilgili bazı temel olgulardan ve bunların bilişsel bilime yansımalarından söz edeceğim.

Öncelikle, 'dil' derken insan dillerini, günlük yaşamlarımızda konuşurken ve yazarken kullandığımız, örneğin Türkçe, Japonca, Quechua gibi, Ethnologue veritabanında (www.ethnologue.com) listelenen 7111 dilden herhangi birini kast ediyorum.

Dillerin sergilediği müthiş çeşitlilikten, örneğin ses envanterinde, sözcük formlarında, cümle oluşturma kurallarındaki farklılıklardan haberdar olanlar için tekil bir ifadeyle 'insan dili'nden bahsetmek şaşırtıcı gelebilir. Ancak hem biçimsel dilbilimde (örneğin Noam Chomsky'nin ve izleyenlerinin çalışmaları), hem de işlevsel dilbilim ve tipolojide (örneğin Joseph Greenberg'in ve izleyenlerinin çalışmaları) keşfedilmiş olan 'evrenseller', insan dillerinin temel kurallarında önemli ortak yönler ve paralellikler olduğunu ortaya koymuştur. Türümüzün biyolojik bir özeliği olarak 'insan dili'nden bahsetmemize imkan veren diğer bazı verilere de kısaca değinelim:

(1) İnsanların dil yetisiyle ilgili fizyolojik ve nörolojik özellikleri: Ses tellerinden dile, gırtlak yapısından geniz kanallarına kadar 'konuşma organları'nın diğer hayvanlardan farklı boyut ve şekillerde olması; konuşma seslerinin denetimini sağlayan 100'den fazla kasın ve gelişkin sinir yollarının varlığı; belirli dilsel işlevleri üstlenen özel beyin bölgelerinin varlığı, vd.

(2) Dil edinimine ilişkin gelişimsel veriler: Yenidoğanların konuşma seslerine farklı tepki vermesi; altı aylık bebeklerin yabancı dillerde bile ince ses farklılıklarını ayırt edebilmesi; neredeyse bütün çocukların yakın yaşlarda aynı dil edinim evrelerinden geçmesi; altı-yedi yaşına kadar dilsel girdiye maruz kalmayan çocukların dili tam olarak öğrenemediklerine dair veriler; çocukların dil kurallarını aşırı genelleme eğilimi (örneğin İngilizce'de 'kural dışı' bir form olan drank yerine drinked, Türkçe'de görür yerine görer), vd.

(3) Melez dillerin ortaya çıkış süreciyle ilgili veriler: Farklı ana diller konuşan gruplar bir araya geldiğinde iletişim için kullanılan 'karma dil'lerin, sadece bir sonraki kuşak içinde gramer kuralları tam olan melez dillere dönüşmesi (örneğin Surinam'daki Felemenkçe tabanlı melez diller).

Dillerin yapısı, edinimi ve değişimiyle ilgili bu tür ortak özellikler, ortak çevresel ve iletişimsel kısıtlarla ilişkili olabilseler de, insanlarda dil yetisinin önemli ölçüde genetik aktarımla belirlendiğine dair görüşleri destekler. Diğer hayvanlar insan dillerini öğrenemezken bütün insanların bütün dilleri öğrenebilmesi de genetik belirlenim lehinde açık bir veridir. Şempanzeler ve goriller sınırlı sayıda sözcük kullanmayı öğrenebilseler de, gramer kurallarını neredeyse hiç öğrenemedikleri gözlenmiştir (Pinker 1994).

Homo sapiensin ayırt edici özelliklerinden biri gibi görünmesi, dilin insan evriminde ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı sorusunu da önemli hale getirir. Ne yazık ki insan dilinin kökeniyle ilgili pek az somut veriye sahibiz. Konuşmaların fosil kayıtları olmadığı gibi, konuşan ilk insanların yazısı da yoktu. Dolayısıyla bildiğimiz anlamda bir dil sisteminin ilk ne zaman ortaya çıkıp nasıl geliştiğini kesin olarak bilmiyoruz. Ancak mağara resimlerinin sergilediği simgesellik, ayrıca gelişmiş bir biliş gerektirdiği düşünülen aletlerin kalıntıları gibi bulgular, dilin belki de Homo sapiens ile aynı yaşta olduğu; 50.000 ila 150.000 yıl önce ortaya çıktığı yönünde savlara neden oldu. Bu fikir herkesçe kabul edilmese de, Quentin Atkinson'un ve onu izleyen araştırmacıların, dil seslerinin değişim hızları ve Afrika dillerindeki seslerin diğer dillere göre çokluğu temelinde yaptığı çalışmalar bu fikri destekler görünüyor.

Kimileri dilin görece uzun bir zaman içinde, kuşaklar boyunca aşamalı bir gelişim göstererek bugünkü karmaşıklık düzeyine eriştiğini düşünürken, kimileri de insan evriminin bir noktasında, hızlı bir şekilde, olasılıkla bir mutasyonun sonucunda ortaya çıktığını ve sadece birkaç kuşak içinde geliştiğini düşünüyor. Yerbiliminde ve biyolojide de karşımıza çıkan süreklilik-kesintililik karşıtlığının bir başka örneği...

İnsan dillerini diğer canlılar arasındaki iletişim sistemlerinden ayıran bazı özellikleri dört ana tema altında anlatacağım: (1) simgesel işleyiş, (2) üreticilik ve (3) uzak gönderim.

Simgesellik, temel dilsel göstergelerin, yani ev gibi basit sözcüklerin ve örneğin -mak gibi diğer biçimsel birimlerin anlamlı olma kipini anlatır. Dilsel birimlerin anlamlılığı, örneğin 'dumanın ateş anlamına gelmesi' gibi nedensel bir ilişkiyle (endeksli gösterim) değil, veya bir ağaç resminin bir ağacı anlatması gibi yapısal benzerlik ilişkisiyle (resimsel veya ikonik gösterim) de değil, toplumsal uzlaşma ile (simgesel gösterim) belirlenir. Dilsel göstergelerin bu özelliği kimi zaman 'keyfilik' terimiyle anlatılır; örneğin Türkçe'de sandalye sözcüğünü veya İngilizce'de chair sözcüğünü oluşturan ses dizilerinin, gösterdikleri nesne (sandalye) ile ne yapısal ne de nedensel benzerlikleri vardır. Bu ses dizileri, sadece dil topluluğu içinde zımnen kabul edilmiş bir anlaşmadan dolayı, yani normatif bir belirlenimle anlam taşırlar. Bu normatiflik bir ölçüde sözdizimi kuralları için de geçerlidir. Bu yönüyle dilin, genetik bir altyapının üzerinde gelişen ama toplumsal normlarla, yani 'kural'larla belirlenen bir yapı olduğunu söyleyebiliriz.

İnsan dilleri, kurallara tabi olmalarıyla bireysel seçimlerinin ötesinde belirlenimler içerse de, bu  kurallar aynı zamanda konuşmacıların daha önce hiçbir zaman görülmemiş ifadeler yaratmalarına da imkan verir. Bunu anlamak için, bir önceki cümleyi daha önce okumuş veya duymuş olup olamayacağınızı bir düşünün! Dilin üreticiliği olarak ifade edilen bu özellik, cümle gramerlerinin (sözdiziminin) ve bazen de sözcük gramerlerinin (morfolojinin) birleşimsel ve özdönüşlü kurallarından kaynaklanır. Birleşimsellik, dilsel birimlerin yan yana gelerek daha büyük birimler (örneğin sıfat tamlamaları veya cümleler) oluşturmasını, bu süreçte de biçimsel birleşmeler (ses birleşmeleri) ile anlamsal birleşmelerin bir arada gerçekleşmesini anlatır. Örneğin 'kalın kitap' dendiğinde hem iki birime ait sesler arta arda dizilir, hem de sıfatın anlattığı özellik adın anlattığı nesneye yüklemlenir.  Özdönüşlülük ise, bir ulamın oluşturulma kuralında o ulama ait ifadelerin kulanılmasıdır. Örneğin iki cümle bir bağlaçla bağlanarak yine bir cümle elde edilebilir: "Ali geldi ve Ayşe gitti". Veya cümleler tümleçler yardımıyla alt cümlelere dönüştürülerek bileşik cümleler oluşturulabilir: 'Ali'nin sevdiği kediyi gören adamın tanıdığı çocuğun...'

Dilin uzak gönderim özelliği, dil kullanıcıların, iletişim ortamında şimdi-ve-burada olmayan nesnelerden, olaylardan ve kavramlardan söz etmesine imkan verir. Böylece örneğin dünyanın diğer ucundaki Yeni Zelanda'dan veya 600 yıl önce ölmüş olan Nefertiti'den söz edebiliriz. Peter Pan gibi gerçek olmayan varlıklarla ilgili öyküler anlatabilir, "Zengin olsaydım Rolce Royce'um olurdu' cümlesi ile yaptığım gibi, gerçek olmayan senaryoları ve bunların sonuçlarını ifade edebiliriz.

İnsan dilinin bu kayda değer ve biricik görünen özelliklerini, insanı diğer canlılar karşısında yüceltmek için değil, nesnel bir farklılığı göstermek için vurguluyorum.

Bu dizinin ilerleyen yazılarında, insanın bu özgün yetisinin diğer zihinsel yetileriyle ve mantık ile ilişkisini irdeleyeceğim. Zaman zaman da diğer insan yapıntılarıyla, örneğin teknolojiyle, toplumsal örgütlenmeyle, ekonomiyle, ideolojiyle, bilimle, sanatla ve dinle olan ilişkisi üzerinde duracağım.

Şimdi konuyu bilişsel bilime çevirip, 1950'lerde doğmuş olan bu genç bilimin, zihin ile dil arasında kurmuş olduğu bazı analojik bağlantılardan söz edeceğim. Klasik bilişsel bilim bu bağlantıları en çok 'temsil' ve 'kural' kavramları üzerinden kurmuştur.

Zihnin dış gerçekliği yansıtan temsillerle işlediğine yönelik ilk kapsamlı görüşler, deneyciliğin temsilcileri John Locke (1690/1975) ve David Hume'a (1739/1978) atfedilir. Bu temsilleri 'ideler' olarak adlandırmışlar, ama Platon'un öznel olmayan idelerinden farklı olarak bunları kişiye özel 'zihinsel imgeler' olarak görmüşlerdir. 

Bilişsel bilimin 'simge işleme' paradigması da düşünme süreçlerinin zihinsel temsiller aracılığıyla gerçekleştiğini varsayar. Ama bu temsiller Locke veya Hume'un öngördüğü gibi 'imgesel' (göstergebilimsel ifadeyle, 'ikonik') değil, dildeki sözcükler gibi 'simgesel'dirler. Duyulara bağlı zihinsel imgelerin de var olduğu kabul edilmekle birlikte, temel bilişsel işlevlerin (akıl yürütme, karar verme, planlama veya problem çözme gibi 'düşünme' işlevlerinin) simgesel bir sistemde gerçekleştiği varsayılır. Kısaca düşünme, simgelerin kural-tabanlı şekilde bir araya gelmesi ve bu yapıların dönüşümüdür. İmgelerden farklı olarak, bu düzeydeki simgelere ve işlemlere bilinçli erişimimiz yoktur.

Bu zihinsel modelleme tarzını çekici ve güçlü kılan teknolojik gelişme, dijital bilgisayarların ortaya çıkışı olmuştur. Dijital bilgisayarların işleyişi de, tıpkı dilin işleyişi gibi, simgesel temsiller (veri yapıları) ve bunlar üzerindeki kural-tabanlı işlemlerle (algoritmalarla) nitelenir. Bilişsel bilimin ve yapay zekanın ilk dönemlerine karakterini veren klasik varsayım, beynin bir Turing makinesi olarak çalıştığı görüşüdür. Örneğin Newell ve Simon (1976) “fiziksel bir simge sistemi [örneğin bir dijital bilgisayar] zeka için gerekli ve yeterli imkanlara sahiptir" demişlerdir. Bu görüşe genel olarak 'temsile dayalı zihin kuramı' (TZK) adı verilir. TZK'yi en ayrıntılı şekilde ifade eden savlardan biri, Jerry Fodor'un (1975), düşünmenin bir "düşünce dili" ile (bir "Zihince"ile) gerçekleştiği iddiasıdır. Fodor, simge kavramının doğal dildeki anlamının hakkını vererek, bu zihin dilinin tıpkı konuştuğumuz 'dışsal diller' gibi bir sözdizimi ve bir anlamsallığı (dünyadaki şeylere gönderme yapma özelliği) olduğunu ifade eder. Hatta dışsal dillerin bu doğuştan gelen, evrensel içsel dilin temelinde geliştiğini söyler.

TZK ve bunun bir örneği olan zihin dili hipotezi, doğal dilin temel özellikleri arasında saydığım üretkenlik ve uzak gönderim özelliklerini zihne atfetmekte olgusal yönden zorluk çekmez. Tıpkı dil gibi düşüncenin de yaratıcı olduğu ('hiç düşünülmemiş bir şeyi düşünebilirim') ve şimdi-ve-burada olanın ötesine gidebildiği (mekanda, zamanda, bilgide, hatta istekte güncel gerçekliğin dışına çıkabildiği) açıktır. Ancak temsile dayalı zihin kuramı, bir kavramsal genişletme ile zihne simgesellik atfederken, simge kavramıyla içsel bağlantısı olan normatiflik özelliğini, yani simgelerin toplumsal anlaşmalara bağlı olma yönünü dışlar. 'Makine işlevselciliği'nin indirgemeciliğini de benimseyen bu yaklaşım bireysel ve yerel bir zihin anlayışı sunar. Zihnin 'doğallaştırılmasının', daha doğru ifadeyle nedenselleştirilmesinin' yolunu açmaya yönelir.

Zihinsel imgelerimizin gerçek olduğu gösterilebilir. Zihnimizde görsel, işitsel, tatsal, kokusal, dokunsal imgeler bulunduğuna dair davranışsal ipuçları bulmak zor değildir. Dilsel imgelerimiz de vardır; sözcüklerin veya tümcelerin içsel yansımalarıyla kendimizle konuşabilir, içimizdeki sesleri dinleyebiliriz. Ama dünyayı (imgesel veya simgesel) temsiller aracılığıyla kavradığımızı, akılcı davranışlarımızın (olduğu kadarının) içşel bir dilin işleyişiyle ortaya çıktığını kabul etmek için zorlayıcı sebeplere sahip değiliz.

Felsefede, örneğin Witgenstein'daki özel dilin imkansızlığı, fenomenolojideki özne ile nesnenin iç içeliği (yönelimselik) ve Heidegger'deki deneyimin dünyanın içinde ve onun parçası olduğu görüşleri, dünyanın temsili, yani dolayımlı şekilde deneyimlendiği fikrine karşıt görüşlerdir. Eski ve yeni kuşak davranışçılar da genel olarak temsile dayalı zihin algısını reddederler.

Bana göre, dijital bilgisayarların içinde bile simgelerin varlığını ontolojik olarak varsaymamızı gerektiren bir sebep yoktur. Her ne kadar bizler makinelerle simgesel diller aracılığıyla etkileşim kursak ve yaptıklarını işlevsel (algoritmik) düzeyde simgesel bilgi işlemle ifade etsek de (nihayetinde bizim tasarladığımız algoritmaları gerçekleştirirler), makinelerin içinde olup bitenler elektrik akımlarının çalışmasından ibarettir. Makinelerin girdilerinde, bellek yapılarında ve çıktılarında yer alan örüntüleri birer simge olarak yorumlayan yine bizleriz. 

Zihinsel temsilin bilişsel etkinlik için asli olmadığı görüşünün en açık ifadelerini Ludwig Wittgenstein'ın geç döneminde buluruz. Wittgenstein zihinsel temsili, bir kişinin yanında taşıdığı bir nesne olarak düşünmemizi ister. Kendisinden kırmızı bir çiçek bulup getirmesi istenen bir kişi, yanında taşıdığı bir renk skalası üzerinde parmağını kırmızı renk üzerinde tutar ve gördüğü çiçeklerin rengini bununla karşılaştırır. Oysa bu, kırmızı bir çiçek bulup getirmenin ne alışıldık, ne de tek yoludur. Hem kişi, parmağını kırmızı rengin üzerine koyarken bir kuralı (kırmızı sözcüğünün kullanım kuralını) doğru şekilde uyguladığını nasıl bilmektedir? Biliyorsa, bu kuralı neden doğrudan bir çiçek üzerinde uygulayamayacaktır? Michael Dummett (1993) bu sorunu, zihinsel temsilin kendisinin de anlamlandırılmaya muhtaç olduğu ve bu anlamlandırmanın yine temsillerle yapılması halinde sonsuz bir gerileme durumuyla karşılaşacağımızı ifade ederek yorumlar.

Simgenin asli özelliği 'keyfi' olmasıdır; nedensel veya bağıntısal bir belirlenimle değil, toplumsal bir anlaşma ile, normatif olarak oluşur. Wittgenstein yine geç döneminde, simgelerin yorumlanmasının bu anlamda bir 'kural izleme' örneği olduğunu anlatır. Bu bağlamda zihinde simgesel temsillerin olup olamayacağı sorusuyla, kuralların olup olamayacağı sorusu birleşir ve kural-tabanlı simge işleme modeli iki yönden de eleştiriye uğrar. 'Kavram'ların nasıl anlaşılması gerektiğiyle de ilgili olan bu tartışmaya dilsel anlam konusunu ele alırken tekrar döneceğim.

Simgesel temsile dayalı zihin varsayımının, bilişsel bilimin 1950'lerdeki doğuşundan itibaren verimli bir paradigma ortaya koyduğunu, büyük sosyal değişimler getiren dijital bilgi işleme teknolojisinin düşünsel arka planını sağladığını unutmamak gerekir. Bununla birlikte, TZK'nin bilişsel bilim içinde de tartışmasız olmadığını, özellikle de 1980'lerden sonra ortaya çıkan dinamik, bedenli, istatistiksel ve bağlantıcı modellerle de epey sarsıntıya uğramış olduğunu da eklemeliyim. Bedenli biliş yaklaşımları, örneğin Lawrence Barsalou'nun çalışmaları, zihnin simgesel temsiller temelinde değil, duyulara bağlı analog (ikonik/imgesel) temsillerin ve bunlardan türeyen simülasyonların temelinde işlediğini söyler. Bağlantıcı sinir ağı modellerinin başarıları ise, zihnin işleyişinde temsillerin ve kuralların söz konusu edilmesi gerekip gerekmediğini bile tartışmalı hale getirmiştir. Beynin biyolojik yapısını temel alan, (algısal) girdiler ve (davranışsal) çıktılar arasındaki katmanlarda yer alan çok sayıda düğüm (nöro) arasındaki bağlantıların göreli kuvvetleriyle tanımlı bir ağ yapısında, içsel temsilleri nerede bulacağız? 

Bir sonraki yazıda, 'zihin'den farklı olarak, simgesel temsilin ve kuralın varlığının apaçık olduğu 'dil'in anlamsal özelliklerini inceleyen anlambilime giriş yapacağım. Tabi simgelerden ve bağlantılardan bahsetmekle bu girişi yapmış sayılmazsam. 

Kaynakça

Atkinson, Quentin (2011). "Phonemic Diversity Supports a Serial Founder Effect Model of Language Expansion from Africa". Science Magazine 332 (6027): 346–349

Dummett, M. (1993). Origins of Analytical Philosophy. London: Duckworth and Cambridge MA: Harvard University Press,

Fodor, Jerry A. (1975). The Language of Thought. New York: Thomas Y. Crowell.

Pinker, Steven (1994). The Language Instinct. New York, NY: Harper Perennial Modern Classics.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dil, zihin ve felsefe dersleri

Köylülük ve Agroekoloji

ENDÜSTRİYEL ŞİRKET TARIMI ÖLDÜRÜR - Kapitalist tarım ve Covid-19: Ölümcül bir birleşim