Köylülük ve Agroekoloji
Köylülük ve Agroekoloji
Ceyhan Temürcü
Tarım Ekonomisi Derneği’nin düzenlediği Agroekoloji Çalıştayı bildirisi.
(12 Aralık 2019, Büyükpark - Bornova/İzmir)
Bu yazı şu yayın içinde yer alacaktır:
Bilim, uygulama, hareket olarak AGROEKOLOJİ - Başka Bir Tarım Mümkün. Tarım Ekonomisi Derneği, İzmir.
Yediklerimizin birçoğu niteliksiz, besin değerleri düşük veya sağlığa zararlı gıdalar. Yanlış tarım uygulamalarıyla topraklarımız çoraklaşıyor, sularımız kirleniyor, doğamız zehirleniyor. Tarım kültürümüzü, yerel tohumlarımızı kaybediyoruz. Köyler boşalıyor, geleneksel yaşam tarzımız ve mutfak kültürümüz yok oluyor. Tarım arazileri rant için imara açılıyor veya büyük şirketlerin eline geçiyor. Çevremiz doğal, organik diye satılan ürünlerden geçilmiyor, ama biz kime güveneceğimizi bilemiyoruz.
Bu yazılanlara büyük ölçüde katıldığınızı ve/veya bunları çevrenizde sıkça duyduğunuzu tahmin ediyorum. Kimi ‘yerel’ değil ‘yerli’ veya ‘milli’, kimi ‘büyük şirketler’ yerine ‘yabancılar’ diyor ama bu serzenişler toplumun her kesiminde yaygın. Mevcut gıda sistemlerinin emek sömürüsüne, ekonomik bağımlılığa ve iklim krizine katkısı gibi yönleri daha az konuşulsa da, toplum genelinde bunların da bilinirliği artıyor.
Peki, nasıl bir gıda sistemine ihtiyacımız var? Bu yazıda bu soruyu köylülük ve agroekoloji üzerinden yanıtlamaya çalışacağım. Agroekolojik bir çerçevede gelişen, yerelliği önceleyen bir köylü gıda ağının, içinde yaşadığımız krizler çağında, yeni ve sömürüsüz bir toplum tasavvuruna imkân verdiğini anlatmaya çalışacağım.
Yerel Gıda Ağları ve Endüstriyel Gıda Sektörü
Çözüme yönelik eylemlerin ön koşulu mevcut gıda sistemini ve değişim dinamiklerini anlamaktır. Bu noktada, yerel gıda ağları ile endüstriyel gıda sektörü karşıtlığı verimli bir kavramsal çerçeve sunar. Dünya genelinde çoğu yerde birbirine eklemlenmiş veya iç içe geçmiş olan bu iki yapıdan birincisi ihtiyaca ve geçimlik satışa yönelik küçük meta üretimini, ikincisi ise pazar ekonomisine tabi kapitalist üretim ilişkilerini kapsar. Birincisi daha çok kısa tedarik ağlarıyla, ikincisi ise daha çok kitlesel dağıtım sistemleriyle ilişkilidir. Söz konusu ayrım kimi yerde ‘endüstriyel gıda zinciri’ ve ‘köylü gıda ağı’ ifadeleriyle, üretim boyutu söz konusu olduğunda ise ‘şirket tarımı’ ve ’küçük ölçekli çiftçilik’ ifadeleriyle karşılanır.
Dünya genelinde kapitalist gıda sistemlerinin köylü tarımının ve yerel gıda ağlarının yerini alma süreci devam ediyor olsa da (bkz. örneğin Bernstein, 2009; Keyder ve Yenal, 2013), bu yapıları sırasıyla “eski” ve “yeni” olarak nitelemek yanıltıcı olur. Öncelikle, kapitalist tarım artık yeterince eskidir; kökenleri İngiltere’de 1700’lerde başlayan toprak çevirme hareketlere kadar uzanır (bkz. örneğin Polanyi, 1944). İkincisi, birçok “yeni” oluşum (örneğin topluluk destekli tarım çiftlikleri, kırsala yerleşen kentlilerin oluşturduğu üretim birimleri, gıda toplulukları, vs.) daha çok küçük ölçekli üretim ve yerel tedarik ağları çerçevesine uyar.
Rasyonel ve biçimsel yapısından dolayı endüstriyel gıda sektörüne ilişkin genellemeler ve çözümlemeler yapmak, yerel gıda ağlarına göre daha kolaydır. Endüstriyel gıda sektörünün dört temel özelliği (1) kârın önceliği ve yüksek verim hedefi, (2) faaliyetlerinin piyasa ekonomisine tabi olması, (3) uzun tedarik zincirlerinin ve çok sayıda alt sektörün (aracıların) varlığı ve (4) merkezi ve oligarşik karar mekanizmaları olarak sıralanabilir.
İnsanların doğayla ve birbirleriyle biçimsel olmayan etkileşimlerini de içeren yerel gıda ağlarındaki bilginin yoğunluğu, çeşitliliği ve karmaşıklığı, bu yapılara ilişkin genellemeler yapmayı ve niceliksel sonuçlara ulaşmayı zorlaştırır. Bu nedenle, yerel gıda ağları belki de en iyi şekilde endüstriyel gıda sektörüyle karşıtlığı üzerinden anlaşılabilir. Bu yönden dört temel özelliğini (1) ana hedefin üretim kaynaklarını koruyarak sağlıklı gıda üretmek olması, (2) üreticilerin ekonomik özerklik çabası, (3) kısa tedarik ağları ve yerel bağlantılar ve (4) görece dağıtık ve yatay karar mekanizmaları olarak sıralayabiliriz.
Bu iki sistemin emekle ve doğal çevreyle olan ilişkileri birbirinden farklıdır. Köylü tarzı üretim-dağıtım-tüketim sistemleri de doğaya ve insana zarar verebilir (örneğin ölçüsüz pestisit kullanımı veya zalimce emek sömürüsü olabilir) ama genel olarak doğa ve insan-dostu pratiklerle uyumludur. Endüstriyel gıda sistemi ise yapısal olarak doğanın ve emeğin sömürüsü üzerine kuruludur. Sağlıklı gıda üretimi, ekolojik duyarlılık ve sosyal adalet kaygıları geri planda kalır veya sadece pazarlama stratejileri olarak kullanılır. Elbette insanî duyarlılıklarla bu eğilimlerin dışında kalmaya çalışan işletmelerin varlığını ve bunların etik açıdan önemini de unutmamak gerekir.
Verilere Dayalı Bir Karşılaştırma: “Bizi Kim Doyuracak?”
Türkiye'de ve dünya genelinde küçük ölçekli üretimin ve yerel dağıtım ağlarının genel gıda sistemi içindeki yeriyle ilgili niceliksel çalışmalar görece azdır. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) aile çiftçiliği ile ilgili araştırma ve yayınları önemli bir boşluğu doldurmaktadır (örneğin bkz. Lowder, Skoet ve Singh, 2014). FAO’nun ‘aile çiftçiliği bilgi platformu’ndan konuyla ilgili başka yayınlara da erişilebilir.
Konu ile ilgili önemli kaynaklardan biri de, ETC Group’un 2017 tarihli “Bizi Kim Doyuracak?” raporudur. “Köylü gıda ağı” ile “endüstriyel gıda zinciri” arasında etkili karşılaştırmalar sunan bu rapor öncelikle şu çarpıcı veriyi ortaya koyar: Endüstriyel gıda zinciri, dünya genelinde tarım arazilerinin %75’inden fazlasını, tarımsal suyun %80 kadarını, fosil yakıtların da %90 kadarını kullanırken, dünyadaki insanların %30’undan daha azına yiyecek sağlar. Köylü gıda ağı ise kaynakların %25’inden daha azını kullanarak dünya nüfusunun %70’inden fazlasını besler.
Rapor, şirket tarımına ve uzun tedarik zincirlerine dayalı endüstriyel gıda sisteminin gezegendeki yaşam ağına ve sosyal yapılara verdiği zararları ayrıntılarıyla ortaya koyar. Örneğin, endüstriyel zincirdeki perakendecilere ödenen her 1 dolara karşılık toplum, zincirin yarattığı sağlık ve çevre zararları için “dışsal maliyet” olarak 2 dolar daha ödemektedir. Zincirin doğrudan ve dolaylı maliyetlerinin toplam küresel faturası 12,37 trilyon dolar; yani dünyanın yıllık askeri harcamalarının 5 katıdır. Bu rakamın içinde israfın, aşırı tüketimin ve dolaylı zararların toplam maliyeti 8,56 trilyon dolardır. Zincir içinde üretilen kalorilerinin %76'sı tabağa ulaşmadan harcanır ve sadece %24'ü insanlarca tüketilir. Endüstriyel gıda zinciri tüm bunları yaparken 3,9 milyar insanın da yetersiz veya kötü beslenmesine yol açar. Bu sistem ayrıca yoğun fosil yakıt kullanımıyla iklim krizini ağırlaştırır, yoğun emek sömürüsü ve yaygın insan hakları ihlalleri içerir.
2017’de yayınlanmış olan bu raporda Covid-19 krizi bağlamında daha da çarpıcı hale gelen, bu tür krizlerin hiç de ‘beklenmedik’ olmadığını ortaya koyan bir tespit de var: “[maliyetlerle ilgili] bu rakamlar zoonoz (hayvanlardan insanlara geçen) salgın hastalık risklerini kapsamaz: Bu hastalıklar, yaban hayvanları da dâhil çeşitli hayvanlardan, genetik yönden tek tip olan çiftlik hayvanlarına geçer ya da gıdalar yoluyla yayılır. UNEP'e (Birleşmiş Milletler Çevre Programı) göre, eğer küresel bir salgın başlarsa bu trilyonlarca dolara mal olacaktır.” (s. 39)
Dünyanın gıdasının yüzde 70 kadarının hâlâ köylü gıda ağından geliyor olması birçok açıdan değerli bir veridir. Zira büyük şirketlerin güdümündeki kapitalist gıda sistemi, yüzyıllardır sahip olduğu politik ve ekonomik güçle köylüler ve küçük üreticiler üzerinde kurduğu baskıya rağmen, küresel gıda sisteminin küçük bir kısmına hâkim olabilmiştir. Buna rağmen gezegendeki yaşam ağını yıkımın eşiğine getirmiş olması, kapitalist üretim ve dağıtım ilişkilerinin tümüyle hâkim olduğu bir dünyanın mümkün olmadığını gösterir. Aynı zamanda, dünya genelinde doğayla uyumlu, insan ölçekli bir tarım ve gıda sistemi oluşturmak için yeterli bir zeminimiz olduğunu da gösterir.
Köylülük
Şu ana kadar küçük ölçekli yerel gıda ağlarından söz ederken, ETC Group raporunda da olduğu gibi, sıkça ‘köylülük’ vurgusu yaptım. Üretim odaklı bir ifade olan küçük ölçekli çiftçilikten çok köylülüğü öne çıkarmamın nedeni, ikincisinin belirli bir üretim tarzı kadar doğayla ve toplumla belirli bir ilişkilenme tarzını da içermesidir. Burada köylülüğü nostaljik veya tersi yönde çağrışımları olan salt kültürel bir kategori olarak değil, van der Ploeg’un (2008) da yaptığı gibi, özel bir sosyoekonomik konumlanmayı içeren analitik bir kavram olarak ele alıyorum.
Van der Ploeg (2008) tarımda, kimi zaman iç içe geçebilen üç genel yapı belirler: (1) büyük şirket tarımı, (2) girişimci tarımı ve (3) köylü tarımı. Günümüzde, bir yandan endüstriyel şirket tarımı yaygınlaşırken, diğer yandan da, henüz küçük boyutlarda da olsa, korunma ve özerklik güdüleriyle toprakta üretime başlama yönünde bir yeniden köylüleşme eğilimi tespit eder.
Van der Ploeg köylülük durumunu “bağımlılık, yoksunluk ve marjinalleşme içeren hasmane bir ortamda özerklik, hayatta kalma ve ilerleme mücadelesi” temelinde tanımlar. Bu mücadelede köylüler kendi denetimlerinde bir kaynak (üretim) tabanı oluşturmayı ve bunu geliştirmeyi hedefler. Bu kaynak tabanında “doğa ile birlikte üretim” gerçekleşir. Bu birlikte-üretimin sağladığı iki temel işlev, (1) hayatta kalma (temel ihtiyaçların temini) ve (2) pazarlarla etkileşimdir. Bu sürecin devamlılığı için üretimin dinamik şekilde değişebilmesi ve kaynak tabanını geliştirebilmesi gerekir. Van der Ploeg, bu durumu sürdürmeye veya ona ulaşmaya yönelik ilkeyi köylülük ilkesi olarak tanımlar.
Köylülük, Yenilik ve İlerleme
‘Köylülük’ ifadesini kullanırken, toplumsal algı kalıplarının ve çağrışımların oluşturacağı anlamsal engellerin tedirginliğini yaşıyorum. Köylülük kavramı birçoğumuzda feodal ilişkileri, akıldışılığı ve tutuculuğu çağrıştırır. Çiftçilerin emeğini överken, şehirli alışkanlıklarımıza lanet okurken veya Mustafa Kemal’in “köylü milletin efendisidir” sözüne çeşitli hikmetler atfederken bile zihnimizin gerisinde bu tür çağrışım ve düşüncelerin eksik olmadığını tahmin ediyorum.
Köylülük ilerlemeci-modernist geleneğin büyük kısmında geri kalmışlık ve tutuculukla özdeş görülmüştür. Özkaya’nın (2016) sözleriyle köylülük “gerek bazı sol gerekse neo-liberal çevrelerce ortadan kaybolacak ve ekonomik rasyonalite açısından kaybolması gereken bir sınıf veya tabaka olarak kabul edilmektedir.”
Yakın geçmişin ve günümüzün köylü topluluklarının birçoğunda düşünsel ve teknolojik geri kalmışlığın ve kültürel tutuculuğun varlığı açıktır. Ancak bunların ne ölçüde köylülüğe özgü dinamiklerden, ne ölçüde dışsal (çoğu zaman örgütlü siyasal) baskılar ve sömürü mekanizmalarından kaynaklandığını görmek önemlidir. Köylülerin dışarıdan güdümlü ‘yeniliklere’ çoğu zaman neden temkinli yaklaştığını anlamak için, binlerce yıldır köylere kimin ne için gitmiş olduğuna (ve şimdilerde ne için gittiğine) bakmak yeterlidir. Korumacı ve kuşkucu refleksler feodal, bürokratik veya askeri güç sahiplerinin vergi, ganimet, asker, işçi veya doğal kaynak devşirme girişimlerinden ayrı değerlendirilmemelidir.
Van der Ploeg’a (2008) göre köylüler “pekâlâ ilerleme, gelişme ve kalkınma üretebilir. (…) belirleyici olan, köylülerin bunları yapmak için gerekli alana sahip olup olmamalarıdır.” Van der Ploeg ayrıca, ‘imparatorluk’ olarak adlandırdığı kapitalist-endüstriyel gıda sisteminin gerçek ilerleme ve yeniliği (inovasyonu) nasıl engellediğini örneklerle belgeler.
ETC Group’un ‘Bizi Kim Doyuracak?’ raporu da, köylülüğün tarım ve gıdada yeniliğin beşiği olduğunu ortaya koyan pek çok veri içerir (s. 46). Tek bir örnek vermek gerekirse, köylüler en az 34 hayvan türü ve bu türlere ait 8,774’ten fazla hayvan ırkını ıslah etmişlerdir. Oysa endüstriyel gıda zinciri et ve süt üretimi için sadece 5 hayvan türüne ait 100’den az ticari ırkı tescillemiştir.
Agroekoloji
Agroekoloji, gıda sistemlerindeki üretim, dağıtım ve tüketim faaliyetlerinin doğayla uyumlu ve toplum yararına olmasını öngören bir yaklaşım ve bir toplumsal hareket olarak tanımlanabilir. Gıda sistemlerinin ekolojiye etkisiyle ilgili farkındalık ve değişim için çalışan aktivistler, Gıda Egemenliği hareketinin paydaşları, çiftçi-düşünür Pierre Rabhi’nin felsefesini benimseyenler gibi farklı gruplar arasında agroekolojinin farklı yorumları olsa da, bu grupların hepsi benzer bir vizyonu paylaşır: İnsanların doğaya ve kendilerine yabancılaşmadığı, emeğin sömürülmediği, toplumun her kesiminin sağlıklı ve nitelikli gıdaya erişebildiği, toprağın, suyun, havanın, yaşam ağının, geleneksel bilgeliklerin ve yemek kültürlerinin korunup geleceğe aktarıldığı, ekolojik ve demokratik bir gıda sistemi.
Bu bölümde agroekolojik gıda sistemi vizyonunun birbiriyle ilişkili üç boyutundan söz etmek istiyorum:
(1) Üretim boyutu: Doğa-dostu, küçük ölçekli köylü tarımı.
(2) Tedarik boyutu: Yereli önceleyen aracısız dağıtım ağları.
(3) Güvence boyutu: Üreticiler ve tüketiciler arasında bağlar ve karşılıklı destek mekanizmaları içeren bir güvence sistemi.
Üretim Boyutu
Agroekoloji, üretim boyutunda doğa-dostu tarım yöntemlerini içerir. Düşük dış girdili tarım, organik tarım, doğal tarım, permakültür, onarıcı tarım, biyodinamik tarım gibi çeşitli yaklaşımların önerdiği toprağı, biyoçeşitliliği ve insan sağlığını koruyan tarım teknikleri bunlara dâhildir.
Agroekolojik tarımın yeterince verimli olmadığı, dünyayı doyurmaya yetmeyeceği önyargısı yaygındır. Oysa bu yöntemlerin orta ve uzun vadede verimli ve istikrarlı bir üretim sağladığına yönelik birçok veri vardır. BM Özel Raportörü Olivier De Schutter’in 2011 tarihli “Agroekoloji ve Gıda Hakkı“ raporu, dünya genelindeki 57 agroekoloji projesinde 10 yılda ortalama %80 verim artışı belgelemiştir. IDDRI’nin 2014’te başlayan “Ten Years for Agroecology in Europe” senaryosuna göre, agroekolojik uygulamalara geçmiş bir Avrupa 2050 yılında 530 milyon kişiyi besleyebilecektir. Bunun da ötesinde bölgenin ekolojik ayak izini düşürecek, tarımsal sera gazı emisyonlarını %40 azaltacak, biyoçeşitliliğin onarımına ve doğal kaynakların korunmasına katkı sağlayacaktır.
Doğa-dostu üretim tekniklerinin bazıları büyük ölçekli tarımda uygulanabilse de, agroekolojik bir gıda sistemi ancak küçük ölçekli köylü tarımı temelinde yükselebilir. Zira büyük ölçekli endüstriyel üretim, yoğun fosil yakıt ve kimyasal girdi kullanımı ve ağır toprak işleme yöntemleriyle ciddi ekolojik zararlara sebep olur.
Yerel koşulların değişkenliği nedeniyle küçük ölçekli çiftçiliğin mutlak niceliksel ölçütleri yoktur. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) bölgesel değişkenleri de dikkate alan bir tanımlama girişimi için Khalil vd.’e (2017) bakılabilir. Ekonomik ölçüt olarak ise Boratav’ın (1980) ‘küçük meta üretimi’ tanımı esas alınabilir: “dolaysız üreticinin, üretim araçlarına esas itibariyle sahip olduğu; esas olarak kendi ve ailesinin emeğiyle, kısmen veya tamamen piyasa için, fakat tüketim amacıyla (birikim yapmadan) üretim yaptığı” bir durum (s. 51-52). Bu yazıda küçük ölçekli üretimi, bu tanımla da uyumlu olacak şekilde, bir üretim biriminin (birey, aile, topluluk, komün vs.) ağırlıklı olarak kendi emek gücüyle sürdürebildiği üretim ölçeği olarak alıyor ve bunu zaman zaman ‘insan ölçekli üretim’ olarak da niteliyorum.
Agroekolojik üretimin anahtar özelliklerden biri de çeşitliliktir. Bunun bir yönü tarımsal ekosistemlerde kültür bitkilerinin, hayvanların ve yabanıl biyoçeşitliliğin korunup çoğaltılmasıdır. Bu sayede hastalık ve kayıp riskleri azalır, ürün çeşitliliği artar, öğelerin birbirini desteklediği ve dışsal girdi ihtiyacının azaldığı sistemler oluşur. Yaşamı destekleyici ve gelir getirici faaliyetlerin çeşitliliği ile yerel çevreyle uyumlu yaşam kültürlerinin çeşitliliği de temel önemdedir.
Tedarik Boyutu
Agroekolojiyle uyumlu tedarik yöntemleri, daha biçimsel olanlardan daha az biçimsel olanlara doğru; gıda kooperatifleri, üretici pazarları, gıda toplulukları, yerinden satış ve karşılıklı paylaşım olarak sıralanabilir.
Fiziksel veya Web tabanlı satış mağazaları içerebilen gıda kooperatifleri, işbirliği, kaynakların verimli kullanımı, üreticilerden toptan alım, ortak lojistik çözümler gibi birçok avantaj sunar. Ancak mevzuatla ilgili mali ve bürokratik yüklerin yanı sıra, örgütlenme yapısına da bağlı olarak, karar mekanizmalarının merkezileşmesi, ürün izlenebilirliğinin olmaması, üretici görünürlüğünün ve katılımının sağlanamaması, fiyat baskısıyla üretim ölçütlerinden taviz verilmesi gibi riskler söz konusu olabilmektedir.
Küçük üreticilerin üretim ve doğrudan satışla ilgili muafiyetleri göz önüne alındığında, üretici pazarları Türkiye koşullarında önemli bir araç olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’de üretici pazarları açmak ve semt pazarlarında üreticiler için yer ayırmak belediyelerin yasal sorumluluğudur. Üretici pazarları gerçek anlamda aracısız satışı mümkün kılarken, üretici ve tüketiciyi gerçek etkileşimlerle birbirine bağlar. Kır ve kent arasındaki toplumsal bağlar güçlenir ve karşılıklı öğrenme ağları oluşur. Bir izleme ve güvence sistemiyle desteklendiğinde, küçük ölçekli, doğa-dostu, temiz üretim desteklenir. Üretici pazarlarıyla ilgili zorluklar ve riskler arasında ise, üretim ölçütlerinin olmaması veya belirsizliği, izleme-denetim mekanizmalarının yetersizliği ve yerel yönetimlerde ortaya çıkabilen kadro veya tutum değişiklikleri vardır.
Topluluk destekli tarım (TDT), dünya genelinde örnekleri çoğalmakta olan bir yerel dayanışma modelidir. Genellikle bir üretici ile grup tüketici arasında yapılan sezonluk bir sözleşmeye dayanır. Bu grup ön ödemelerle ve lojistik çözümlere katkı vererek üreticiyi destekler, karşılığında da üretim alanından çıkan ürünleri paylaşır. TDT’nin tarımsal risklerin paylaşılması, iki tarafın ihtiyaçlarına uygun çözümler üretilmesi ve insanlar arasında çok yönlü sosyal etkileşimler oluşması gibi avantajları vardır. Türkiye’de başarılı TDT örnekleri olmakla birlikte, modelin uygulanmasını zorlaştıran etkenler vardır. Bunlar arasında tüketicilerin örgütlü çözümler için bir araya gelmekte, üreticilerin de gerek kültürel nedenlerle gerekse değişken üretim koşulları nedeniyle planlama yapmakta zorlanması sayılabilir. TDT’nin zor olduğu birçok durumda daha gevşek yapılanmalar olarak yerel dayanışma ortaklıkları veya gıda toplulukları işlevsel olabilmektedir. Çoğunlukla toplu siparişler üzerinden işleyen bu tür gruplarda ise gönüllü işgücüne ihtiyaç duyulması önemli bir zorluk olarak ortaya çıkmaktadır.
Daha az biçimsellik içeren yerel tedarik ağlarının önemini gözden kaçırmamak gerekir. Bunlar arasında yerinden satış, çiftçilere emek, zaman ve masraf tasarrufu sağladığı için son derece avantajlıdır. Bu aynı zamanda tüketicilerin üretim süreçlerine tanık olmasına imkân verir, TDT grupları oluşmasını kolaylaştırır ve sürdürülebilir çiftlik turizmini destekler.
Üreticilerin komşu, dost ve akrabalarına ürün tedarik ettiği ve çoğunlukla karşılıklı paylaşım temelinde gerçekleşen alışverişler de, belki de en sürdürülebilir tedarik yöntemi olarak varlığını sürdürmektedir.
Güvence Boyutu
Agroekolojik bir gıda sisteminin diğer bir temel boyutu güvencedir. Bir güvence sistemi ideal olarak, üretim-tüketim bağlantısının iki unsurunu da gözetecek şekilde, hem etkin bir izleme sistemini (tüketicilerin üretimle ilgili bilgilere erişimi) hem de üretim desteğini (üreticilerin ekonomik, sosyal ve teknik yönden desteklenmesi) içermelidir.
Türkiye’de ve birçok ülkede organik tarım sertifikasyonu önemli çevre ve sağlık kazanımları sağlamıştır Ancak güven unsurunun üretici-tüketicinin bağlantısı dışında “üçüncü” bir tarafa havale edilmiş olması önemli bir yapısal sorundur. Türkiye’de denetim ve sertifikasyon işlevlerinin özel sektöre bırakılmış olması, masrafların küçük üreticiler için yüksek olması, sistemik kimyasallara izin verilmese de monokültür gibi doğa-dostu olmayan bazı uygulamaların mümkün olması, tedarik zincirinde çoğu zaman aracıların bulunması gibi zayıf noktaları vardır.
‘Üçüncü taraf’ sertifikasyon sistemlerinin bu zaafları karşısında dünyanın birçok yerinde farklı ölçeklerde katılımcı güvence sistemleri (KGS) ortaya çıkmaktadır. KGS’ler, gıda sisteminin çeşitli paydaşlarının (üreticiler, tüketiciler, gıda toplulukları, aktivistler, STK'lar, akademisyenler, yerel yönetimler) bir araya gelerek üretim ölçütlerini birlikte belirlediği, kolektif izleme ve destek mekanizmaları oluşturduğu yapılanmalardır. Genellikle ortak bir agroekolojik tarım vizyonunu ve katılımcılık, şeffaflık, güven, yataylık ve birbirinden öğrenme gibi değerleri paylaşırlar. Üreticiler için görünürlük, aracısız satış kanallarına erişim, TDT dâhil tüketici gruplarıyla etkileşim imkânları, tüketiciler için de üretimi kolektif şekilde izleme ve yönlendirme imkânı sağlarlar. Organik tarım sertifikasyonunun yanı sıra KGS’leri de destekleyen IFOAM’ın (International Federation of Organic Agriculture Movement) 2017 verilerine göre, 66 ülkede, 76.750 üreticiyi kapsayan 241 KGS vardır. Türkiye’de Doğal Besin Bilinçli Beslenme Ağı (DBB) uzun zamandır bir KGS olarak işlev görmektedir.
Köylülük İlkesi ve Kapitalizm
Boratav’ın küçük üreticiliği tanımlarken kullandığı “küçük meta üretimi” ifadesi veya van der Ploeg’un köylülük durumu tanımında geçen “pazarlarla etkileşim” ifadesi, köylü tarzı üretim ve satış faaliyetlerinin kapitalist ekonomik sistemle ilişkisi konusunu akla getirir. Sosyalizmdeki “köylü sorunu” tartışmasıyla ile bağlantısı açık olan bu çok boyutlu konuyu burada özel bir bağlamda; köylü gıda ağının piyasa ekonomisinden bağımsız olma potansiyeli ve bunun kapitalist olmayan bir toplum tasavvurunda nasıl bir yeri olabileceğiyle ilgili olarak ele alacağım.
Genellikle derinlemesine ele alınmasa da bu konunun Türkiye'de güncel olduğunu düşünüyorum. Zira, özellikle şehirden kırsala geçip üretime başlayanlarla ilgili popüler eleştirilerde “kapitalist sistemin yeniden üretilmesi” değerlendirmeleri sıkça dile gelmektedir.
Burada, bir üretim biriminin kendi iş gücüne dayanarak ürettiği gıdaları aracısız şekilde satmasının kapitalist bir faaliyet olarak görülüp görülemeyeceğinine yakından bakmak gerekir. Karl Marx’ın Kapital’de ortaya koyduğu temel çözümlemede, bir ekonomik birimin kapitalist olmasının koşulları (1) piyasaya yönelik üretim ve/veya ticaret yapması, (2) emek sömürüsüyle artı değer oluşturması ve (3) bu artı değeri sermayesini büyütmek için kullanmasıdır.
Üretimde dışsal işgücü kullanmayan (veya bunun bir işgücü piyasası dışında, karşılıklılık veya imece ilişkisi olarak gerçekleştiği), aracısız satış yapan ve elde ettiği geliri sermaye oluşturmak için değil geçim ve üretim araçlarının geliştirilmesi için kullanan bir üretim biriminin kapitalist olamayacağı açıktır. Evet, aracısız satışta para ve dolayısıyla metalar vardır, ama bunlar tek başına ‘piyasa ekonomisi faaliyeti’ oluşturmaz. Karl Polanyi’nin (1944) antropolojik çalışmalar temelinde söylediği gibi, piyasalara (pazarlara) dünyanın çeşitli topluluklarında, kapitalizmin doğuşunun çok öncesinden beri rastlanır ve “[p}iyasaların varlığı mutlaka piyasa ekonomisi anlamına gelmez.” Boratav da (1980) “[k]apitalist olmayan tarım yapılarının ve özellikle küçük üreticiliğin kapitalist bir sistem içindeki yeri”ni (s.14) açıklarken, ticaretin ”herhangi bir sömürü ilişkisi yaratmadan” sürdürülebileceğini (s. 43), küçük meta üretiminde “doğrudan doğruya artığa el koyan ana kategori”nin tüccar olduğunu (s. 42), “[t]üccarsız bir ticaretin mantıkça mümkün olduğunu, tarihsel olarak da gözlenmiş bulunduğunu” (s. 42) belirtir.
Küçük ölçekli üreticinin aracısız satış faaliyeti, dağıtımda tüccar sömürüsünü de ortadan kaldırır ve pazar ekonomisine eklemlenmenin (‘yukarı yönde’ eklemlenme) önüne geçer. Tarımsal ihtiyaçlar ve girdiler üretim tabanından karşılanacak olursa da (örneğin permakültür yöntemleriyle) ‘aşağı yönde’ eklemlenme de durur.
Fiyatlar ve Nitelikli Gıdaya Yaygın Erişim
O halde, bir üretim biriminin ürünleri için belirlediği fiyatın herhangi bir ölçüte göre yüksek veya düşük olması, bu birimin kapitalist olduğu veya olmadığı anlamına gelmez. Ancak fiyat konusu, toplumun farklı kesimlerinin nitelikli gıdaya erişimiyle ilgili çok yönlü ve zorlu bir konudur.
Doğa-dostu ve sağlıklı gıdaların endüstriyel gıdalara göre çoğu zaman daha pahalı olması, bu ürünlerin “zenginlere hitap ettiği”, örneğin asgari ücretle yaşayanların bunları satın alamayacağı yönünde eleştirilere konu olur. Bu konuya yakından bakılması gerekir, zira toplumsal duyarlılık, toplumun bütün kesimlerinin gıdaya erişim hakkını savunmayı ve bunun için çaba göstermeyi gerektirir.
Bu noktada öncelikle, küçük ölçekli doğa-dostu gıda üretiminin genel olarak endüstriyel üretimle fiyat rekabetine girip giremeyeceğine bakmak gerekir. Endüstriyel üretim ve kitlesel dağıtım ağları insan emeğini sömürerek ve doğaya zarar vererek maliyetlerini ‘dışsallaştırır’ ve bu yolla yapay ucuzluk sağlar. Doğaya, insan sağlığına ve topluma zarar veren yöntemler pahasına kısa vadede ürün verimini, ürünlerinin raf ömrünü ve gerek duyduğu ölçüde tedarik zincirlerinin uzunluğunu artırır. Monokültürle ve büyük mişktarda fosil yakıt tüketen makineler yardımıyla büyük miktarlarda üretilen, veya küçük üreticilerden düşük fiyatlarla toplanan ürünlerin büyük bir satış hacmiyle pazarlanması, ürün başına küçük kâr marjlarıyla bile büyük gelirler oluşturur (bkz. Temürcü, 2013).
Oysa doğa-dostu, sorumlu üretim emek yoğundur ve büyük alanlarda gerçekleşmesi zordur. Dolayısıyla böyle bir üretim biriminin arz edebileceği ürün miktarı sınırlıdır. Maliyetlerini düşürmesine imkân veren istikrarlı koşulları yakalamış olsa bile, ürünleri için fiyat belirlerken endüstriyel ürün fiyatlarını referans alması zordur. Ayrıca küçük ölçekli üretimde ürünler endüstriyel benzerlerine göre genellikle daha niteliklidir ve farklı üretim koşullarından dolayı farklı özelliklere sahip olabilirler. Örneğin domates, kullanılan tohuma (eski-atalık bir çeşit veya yeni-ticari bir çeşit), yetiştiği toprağın ve kullanılan suyun özelliklerine ve yetiştirilme şekline göre ciddi farklılıklar gösterebilir. Bu değişkenliğin yanı sıra, her üretim biriminin satış imkânlarının ve ihtiyaçlarının da farklı olması ‘normal fiyat’ın saptanmasını zorlaştırır.
Toplumun büyük bölümünün nitelikli gıdalara erişiminin zor olmasının temel nedeni, endüstriyel gıda sisteminin de bir parçası olduğu, ücretli “işçilik” üzerine kurulu sistemin bütünüdür. Devletin veya şirketlerin “işveren” olduğu bu sistem hem malların fiyatlarını hem de emek ücretlerini, büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda sürekli olarak ayarlar. Mevcut sistemin bu yapısal sorununun çözümü için gereken ‘fedakârlığı’ emek piyasasının bir parçası olmaya direnen köylülerin ve küçük üreticilerin sırtına yüklememek gerekir. Küçük üreticilere fiyatlarını düşürmeleri için baskı yapılması yapısal çözümlere katkı sağlamadığı gibi, üreticileri doğa-dostu olmayan niteliksiz ürünler üretmeye veya kapitalist tarım yapılarına katılmaya teşvik edebilir.
Üretici fiyatlarının dışsal normlarla belirlenmesi, ister kolektivist ister popülist gerekçelerle olsun, daha çok piyasa ekonomisinin mantığına uygun düşer. Oysa küçük üreticilerin, gizli-açık sübvansiyonlarla desteklenen ve maliyetlerini dışsallaştıran endüstriyel gıda sistemiyle ayrışmaktan, genel olarak da piyasa ekonomisinden bağımsızlaşmaktan başka çıkışı yoktur. Bu, her ürün için her fiyatın her durumda doğru veya uygun olduğu anlamına gelmez; tam tersine, böyle bir genel uygunluk ölçütünün olamayacağı, fiyatın belirli üretim, satış ve yaşam koşullarına özgü yerel etkenlerce belirlenmesinin esas olduğu anlamına gelir.
Fiyatlarla ilgili zorluklar pek çok gıda kooperatifinde karşımıza çıkmaktadır. Küçük ölçekli sorumlu üretimin dinamiklerini yeterince bilmeyen tüketici beklentilerinin getirdiği ‘ucuzluk baskısı’ çoğu zaman üreticilere yansıtılmakta, bu da üretime devam etmemeleri veya doğa-dostu yöntemlerden uzaklaşmaları gibi riskler oluşturmaktadır. Kooperatiflerde açık ilkelerin ve üretim ölçütlerinin olması, tüketicilere yönelik farkındalık faaliyetleri yapılması ve tüketicilerle üreticilerin bire bir temasının sağlanması gibi uygulamalar ucuzluk baskısını hafifletebilir.
Elbette, mevcut durumda da ürünlere daha fazla insanın erişebilmesi için yapılabilecek şeyler vardır. Zaman içinde üreticilerin altyapılarının gelişmesi (örneğin toprağın zenginleşmesi ve dışsal girdi ihtiyacının azalması), aracısız satış imkânlarının çoğalması, ürün ve hizmetlerin çeşitlenmesi gibi etkenler üretim ve satış hacmini artırarak ürün fiyatlarını düşürebilir. Kooperatifler yalnızca lojistik hizmet sağlayan aracısız satış çözümlerine yönelerek vergileri ve diğer maliyetleri azaltabilirler. Gıda toplulukları ve kooperatifler, üretici ve tüketicilerin katkısıyla, düşük gelirliler için destek mekanizmaları ve dayanışma yöntemleri geliştirebilirler. Zira yerel gıda ağlarındaki canlı insan ilişkilerinde ‘karşılıklılık’ ilkesinin doğrudan tezahürleri olan dayanışmaya, takasa ve armağanlara her zaman yer vardır. Her durumda, nitelikli gıdaya erişimde toplumsal adaletin sağlanması, yerel dayanışma yapılarının çoğalmasını da içeren çok yönlü ve uzun soluklu mücadelelerle gerçekleşecektir.
Köylülük, Agroekoloji ve Yeni Bir Toplum Tasavvuru
Köylülük ilkesi, tarım ve gıda alanlarının da ötesinde, sömürüsüz üretim ve paylaşım ilişkileri içeren bir toplum tasavvuru için bize rehberlik edebilir mi? Van der Ploeg’a göre (2008) üretim birimlerinin piyasa ekonomisinden bağımsızlaşmasını içeren köylülük ilkesi, insan ölçekli endüstriler de dâhil bütün üretim alanlarında gerçekleşebilir. Tarihsel örneklerini de gösterdiği bu süreci köylülük ilkesinin hareketi olarak tanımlar.
Doğal çevrenin korunmasını ve onarımını (rejenerasyonunu) da içerecek şekilde agroekoloji ile bütünleşen bir köylülük ilkesi, kapitalist olmayan bir sosyoekonomik temel öngörmenin ötesinde, üretim ve dağıtım faaliyetlerinin ana akım iktisat kadar Marksist iktisatta da görece az ele alınmış olan boyutlarını; ekolojik ve kültürel boyutları da kapsar.
Emek sömürüsüne karşı işçilerin yanında olmak, gıdamızın ücretli işçiler tarafından üretilmesini istememizi gerektirmez. Agroekolojiyle bütünleşen bir köylülük ilkesi doğaya ve emeğe yabancılaşmanın ve sömürünün olmadığı bir toplum tasavvuruna imkân verir. Böyle bir toplumda üretim birimleri (bireyler veya karşılıklı rızayla bir arada duran aile, grup, komün veya topluluklar) üretim araçları üzerinde özdenetime sahip olacak, ek işgücü ihtiyaçlarını imece ve yardımlaşma ile karşılayabilecek, üretim girdileri için şirketlere mahkum olmayacak, ürünlerinin değişim bedelini veya değişim koşullarını çevreleriyle olan sosyal etkileşimleri temelinde kendileri belirleyebilecektir. İradeleri biçimsel yapılarla kısıtlanmayan bu birey ve gruplar, eşgüdüm, dayanışma, işbirliği ve karşılıklı sınırlama gibi her tür toplumsal etkileşimde özgür olabilecektir.
KAYNAKÇA
Bernstein, H. (2009) Tarımda Değişimin Sınıfsal Dinamikleri, (Çev. O. Köymen), İstanbul: Yordam Kitap.
Boratav, K. (1980) Tarımsal Yapılar ve Kapitalizm. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları No: 454. Yeniden basımı 2004, İmge Kitabevi Yayınları.
De Schutter, O. (2011) Agroecology and the Right to Food, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin 16. oturumunda sunul rapor [A/HRC/16/49], 8 Mart 2011.
Keyder, Ç., Yenal, Z. (2013) Bildiğimiz Tarımın Sonu, İletişim Yayınları
Khalil, C. A., Conforti, P., Ergin, İ. ve Gennari, P. (2017) Proposed International Definition of Small-Scale Food Producers For Monitoring SDGs 2.3.1 and 2.3.21. Office of the Chief Statistician and Statistics Division, FAO. June 2017.
Lowder, S. K., Skoet, J. ve Singh, S. (2014) What do we really know about the number and distribution of farms and family farms in the world? Background paper for The State of Food and Agriculture. ESA Working Paper No. 14-02.
Marx, K. (1867/1885/1894). Das Kapital: Kritik der politischen Oekonomie. Cilt 1, 2 ve 3. Hamburg: Verlag von Otto Meissner.
Özkaya, T. (2016) Yeni Köylülük Tarımsal Sorunlara Çözüm Olabilir mi? XII. Tarım Ekonomisi Kongresi bildirisi.
Polanyi, K. (1944) The Great Transformation: The Political and Economic Origins of Our Time. Farrar & Rinehart. Türkçesi: Büyük Dönüşüm. Çağımızın Sosyal ve Ekonomik Kökenleri. İletişim Yayınları.
Poux, X., Aubert, P-M. (2018) An agroecological Europe in 2050: multifunctional agriculture for healthy eating. Findings from the Ten Years For Agroecology (TYFA) modelling exercise. IDDRI.
Temürcü, C. (2013) Gerçek gıda ucuz olabilir mi. Yeşil Gazete, 10 Temmuz 2013. https://yesilgazete.org/blog/2013/07/10/gercek-gida-ucuz-olabilir-mi-ceyhan-temurcu/
Temürcü, C. (2020). Nasıl besleneceğiz? Krizler çağında gıda güvencemiz. Yetkin Report, 11 Nisan 2020. https://yetkinreport.com/2020/04/11/nasil-beslenecegiz-krizler-caginda-gida-guvencemiz/
van der Ploeg, J. D. (2008) The New Peasantries: Struggles for Autonomy and Sustainability in an Era of Empire and Globalization. London, Sterling, Earthscan.
van der Ploeg, J. D. (2011) Bir Kez Daha Köylü Üretim Tarzı Üzerine. In M. Özturk, M. T. Dadak, & J. Jongerden (Eds.), Kırsal kalkınmada alternatif ve yeni yaklaşımlar (s. 7-38). Heinrich Böll Stiftung.
Wallace, R. (2016) Big Farms Make Big Flu. Monthly Review Press.
Yorumlar
Yorum Gönder